31 Ekim 2011 Pazartesi

pazartesi yazısı


hayat kötü giderken yazacak pek bir şey bulamıyor insan. bazen bulsa da utanıyor paylaşmaya; sevinmeye, gülmeye, uyumaya utandığı gibi. 

günler güzel gitmiyor, hızlı ama yorucu gidiyor.

daha güzel bir hafta olsun... yavaş yavaş ilerleyelim duvarda kaygısız.

fotograf için tık

20 Ekim 2011 Perşembe

beyaz menekşe



iyi hissedeyim diye almıştı bana bu menekşeyi. öylece mutfak tezgahında bırakmışım. masaya gözümün önüne koydum. iyi gelsin diye...

17 Ekim 2011 Pazartesi

the cost of living



dv8 80'lerde kurulmuş bir dans topluluğu. yaptıkları şey beden tiyatrosu. bedenin sınırlarını zorlayarak dans ediyorlar aslında. the cost of living onların çektiği bir kısa film. geçenlerde bu bölümünü izledim filmin bir arkadaşımla.  yüzüme kocaman bir gülümseme yerleşti. dans etmenin ne muhteşem bir şey olduğunu düşündüm yine. sonra yine o arkadaşımın önerisiyle filmin tamamını izledim yine aynı ifadeyle.

youtube'a the cost of living dv8 yazdığınızda 4 part halinde izleyebiliyorsunuz. boş bir anınızda izleyin derim...

16 Ekim 2011 Pazar

pazar kafası

aslında cumartesiyi pazara bağlayan gece kafası da diyebiliriz başlığa. zira ne olduysa o zaman oldu.

zira ben anladım ki insan bir ay görmediğinde özlemezken bir gün görmediğinde çokça özleyebiliyor. bu bilgiye erdikten sonra önceki geceden kalan şarap içildi. sourberry'de serin sesler dinlendi. iyice kafaya vurdu bazı şeyler.

gecenin sonu bakın hangi şarkıyla geldi:

3 Ekim 2011 Pazartesi

sonbahar

menekşe yaylası hikayelerini anlatırken arkadaşlarımdan biri mutlaka izlemem gerektiğini söyledi sonbahar'ı. o günden beri aklımda. bugün sonunda izledim.

birdönemin sonrasını anlatıyor film, çok dokunulmak istenmeyen bir dönemin sonrasını: 19 aralık sonrasını...
ağlamadan, bağırmadan, vurmadan, kırmadan sessizce anlatıyor.

film bittiğinde tek kelime kaldı dudağımda: naif.

yusuf naif bi adam, yusuf!un anası naif, mikail naif, eka naif...

*görüntüler ve müzik için söylenecek söz zaten yok.




2 Ekim 2011 Pazar

serenad

taa bayram tatilinden beri yazcağım bu yazıyı. kitap masanın üstünde duruyor o zamandan beri.

tatil kitaplarını iyi seçemeyenlerdenim ben. hiçbir zaman götürdüğüm kitapları okuyamıyorum. sonra neredeysem oraan bir kitap bulup ona sarıyorum. serenad da öyle oldu. tam bir günde kafamı kaldırmadan okudum. zülfü livaneli'nin romanlarını severim. mutluluk'u okurken de aynı şeyleri hissetmiştim. kitabı elimden bıraktığımda bile aklımda hep kitaptaki olaylar vardı. serenad da aynı hisleri verdi. düşünmek istemediğiniz şeyler varsa, kafanızı bir şeye gömüp uzaklaşmak istiyorsanız olanlardan okuyunuz efenim...



Arka kapak yazısı'ndan:

"Her şey, 2001 yılının Şubat ayında soğuk bir gün, İstanbul Üniversitesi'nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya Duran'ın (36) ABD'den gelen Alman asıllı profesör Maximillian Wagner'i(87) karşılamasıyla başlar.

1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yapmış olan profesörün isteği üzerine, Maya bir gün onu Şile'ye götürür. Böylece, katları yavaş yavaş açılan dokunaklı bir aşk hikayesine karışmakla kalmaz, dünya tarihin eve kendi ailesine ilişkinbir takım sırları da öğrenir."